Gözleri kamaştıran bir ruh yolculuğunun, tehlikeli ve ölümcül serüvencisi Stefan Zweig'ın kaleminden; kendini tanıma hırsıyla ruhunu savaş alanına çeviren üç yurtsuzun öyküsüdür bu kitap:
Kleist…
Olağanüstüne inanmadan olağanüstünde yaşayandı Kleist.
Dünyayı bir trajedi olarak gördü, kendi dünyasından trajediler yarattı ve en sonunda hayatı emsalsiz bir trajediye dönüştü.
«Sakin olmak, tutkular karşısında sakin olmak» diye inleyip durması boşunaydı.
Çünkü onda her şeyden fazlasıyla vardı. Fazla duygulu ama fazla akıllı, fazla tutkulu ama fazla ahlâklı, fazla isyankâr ama fazla disiplinliydi. Bu tezatları, O'nun hayatına düğüm üstüne düğüm attı.
Ve Kleist dünyadayken, orada, burada, ama hiç yurdunda olamadı.
Nietzsche…
En harika duayı eden, en Tanrısızdı o; «Sen ey kader dediğim, ruhumun yazgısı, ey içimdeki! Üstümdeki! Beni koru ve beni daha büyük bir kader için sakla.» Ama böyle büyük dua etmesini bilen kişinin de duası hep işitilirdi. Ve Tanrı onu bir alev yaptı, açgözlü bir alev. Yandı, kendini eritti, tuttuğu her şeyi eritti, bıraktığı her şey kömür oldu.
Düşünceler ona ateş gibi parladı, kelimeler kor olup dokularından fışkırdı, müzikse onun ruhunda bir yangındı.
Nietzsche, insanlık için bir güneş çarpmasıydı.
Ve Hölderlin…
Bu dünyaya ya çok erken ya da çok geç gelmiş bir hayâlcidir o. Hassas ve derin varlığı yalnızca şiirsel havada nefes alabildi. Ne bütünlük ne de bir ahenk bulabilirdi, hayâlî bir Grek ülkesi dışında.