Avrupa’yla ilgili yargısına daha Avrupa’yı gezmeden ulaştığını düşünmemek saflık olur. Dostoyevski görüşlerinin makûllüğüyle ünlü biri değildir hiç. Hem ayrıca, onu bu konuda suçlamak da zordur. Burada önemli olan Avrupa’yla ilgili fikirlerini daha baştan belirlemiş olduğudur; Dostoyevski Slavcı etkiler altındaydı ve Londra’ya gelince Avrupa’daki en önemli Rus göçmeni Herzen’i ziyarete gitmişti hemen. Bu kitaptaki yazıların bir kısmında Herzen’in fikirlerinin yansımalarını bulabiliriz, insanlığın gelişimi için üzücü olsa da, maalesef, hakikat makûl kişilerin denetiminde değildir her zaman. Fransa’da, Ingiltere’de ve Almanya’da Dostoyevski kendi önyargılarını besleyecek kanıtları buldu. Burjuva Fransa onda derin bir nefret uyandırdı. Dünyada gündelik yaşantısıyla soyut ilkeleri birbiriyle çatışmayan tek bir ülke yoktur, ama Fransa’daki bu uyumsuzluk Dostoyevski için en kötüsüydü; çünkü ilkelerini gündelik yaşantısında gerçeğe dönüştüremeyen Fransa’yla, dünyaya politik ve entelektüel liderlik öneren ve bir de akıl hocalığı yapmaya çalışır gibi görünen Fransa, aynı Fransa’ydı.
Fransız Devrimi’nin görkemli sloganlarını inceleyen Dostoyevski Fransa’da özgürlüğün sadece cebinde milyonlarca frank bulunan şanslılara ait olduğunu ilan etti. Yasa önünde eşitlik ilkesiyle ilgili olarak şunları söyler:
“Bu eşitliğin günümüzdeki durumu her Fransız için yüz karasıdır. Ne kalıyor geriye? Kardeşlik. İşte bu çok önemlidir. Doğrusunu söylemek gerekirse, Batı'da karşılaşılan en büyük engel de budur. Batılı, insanlığı ileri götüren en yüce, en büyük güç diye söz eder kardeşlikten. Etmesine eder ya, gerçekte kardeşlik diye bir şey yoksa, onu hiçbir yerde bulamayacağını anlamıyor... Oysa Fransızların, daha doğrusu, genel olarak Batılının yaradılışında kardeşlik duygusu yoktur. Kişisel bir başlangıç, bir kendini sakınış vardır onun yaradılışında. Bir yükselme tutkusu, herkesten başka olma isteği, kendine herkesten, her şeyden çok değer verme duygusu.”