Eski İstanbul hayatında külhanbeyleri yanında kabadayılar da vardı. Her türlü kötülükten uzak duran, yiğit, iyi yürekli, yardımsever insanlardı. Bu nitelikleriyle, külhanbeylerinden ve diğer serseri güruhundan ayrılırlardı. Her mahallenin bir kabadayısı vardı. İstanbul’un tanınmış kabadayıları, semtleri ile anılırlardı. Kabadayılar, kendilerini mahallenin düzenini sürdürmekten sorumlu sayarlardı. Sakinlerinin sorunlarını çözmeye çalışırlardı; özellikle kızları ve kadınları, ayaktakımının kaba davranışlarından korurlardı; erkek çocuklarının kötü alışkınlıklar edinmelerini önlemek için kahvehanelere, meyhanelere, kumarhanelere gitmelerini engellerlerdi. Mahallenin zenginleri ve eşrafı, bunları himaye ederdi. Kabadayılar aynı zamanda mahallenin düzeninin de teminatıydılar. Çoğu zaman mahallede ortaya çıkan sorunun yerel olarak mahalle mikro kozmosunda, imam ya da kendi bölgelerinin onurunun teminatı olan kabadayılar yoluyla çözümlenmesi gerekmiştir.
İstanbul’un eski kabadayılığı bir nevi, “şehir şövalyeliği” idi. İstanbul kabadayılığı başlı başına bir âlemdi. Kabadayılar değişik ve kendilerine has isimlerle anılırlardı. Çeşme Meydanı’nda, Azapkapı İskelesi’nde sandıkçılık eden Arap Reyhan Ağa, Haddehaneli Kel Eşref, Kasımpaşalı Hüsnü, Matlı Mustafa, Mirasyedi Necim yanında, kabadayı muhitinde “Abu” diye nitelenen, telaffuzundaki şive dolayısıyla, kendisi Arap olmamasına rağmen bu lakapla anılan Süleymaniye Sancağı’ndan Arap Abdullah ve 1909’da bir ara Büyükada’da serkomiserliğe (başkomiserliğe) tayin edilen Sarraf Niyazi, bu âlemin önde gelen ünlü kabadayılarındandı.