ACININ GÖLGESİNDE
Sevgili arkadaşım dün aklıma geldin ve ne tuhaf oldum bilemezsin. Pırıltılarınla yaşama devam etmen gereken sen basıp gittin yok yere öte aleme. Sana Allah’a ısmarladık dediğimden bu yana tam elli iki yıl geçmiş. Ne diyeyim sana bilmem ki! Nerdeyse bir ömür…
Ne kadar çabuk geçti zaman!
Seninle birlikte canlı bir parçam o gün yok olup gitti…
Ne kadar az yaşıyoruz!
Çok az sure olan yaşamımızda bazen çepeçevre kuşatılıp haydutlar arasında çaresiz kalıyoruz üstelik!
Öyle değil mi sevgili arkadaşım?
Ağaç kadar bile yaşayamıyoruz…
Çınar ağcı bin yıl, kestane üç bin yıl yaşarken senin gibi hayat dolu insanlar yirmi yıl bile yaşayamıyor. Ne büyük haksızlık değil mi? Üstelik de insanlar yaşadıkça beygir gibi çalışmak ve savaşmak zorunda kalıyor. Sonra ne olacak? Geberip gideceğiz işte…
“Öyleyse kim dayanabilir zamanın bu haksızlığına? Zorbaların kahrına! Uyumakla da bitmez ki yüreğin acıları! Hiç kolay değil yaşamak ve yaşamın kaygısından sıyrılmak!” diyor Shakespeare. Adamın ne demek istediğini şimdi yeni yeni anlıyorum dostum. En acı olanı ise, yok yere kötülüğe kul ve köle oluyor iyi ve sağlam yürekli insanlar da…
Ah dostum!
Yeter demekle de olmuyor ve bitmiyor bu işler…
Yoksa tevekkülsüzlük düşüncesi midir insana yaşamayı cehennem eden?
Evet!
Hiç şükretmedin sen…
Yoksa zalim kaderin bir oyunu muydu bu?
Kaderin bir oyunu olduğunu hiç sanmıyorum!
Sorun var olmak değil asılında, mesdele adam gibi yaşamaktır…
Bendeki yüzsüzlüğün bu kadarına da pes doğrusu. İnsanın kaderini sen mi belirleyeceksin cahil yazar?
Öyle bir konuşuyorsun ki!
Kim bilir?
Belki kestane de bu sözlerimize kızıp taş kesilmiş bizi dinliyordur! Kestane de o yaşına ulaşana kadar kim bilir ne savaşlar veriyordur. Bin yıl yaşayan aslan pençeli ulu çınarları bir tarafa bırak da biz neden kavak ağacı gibi kısa ve içi boş yaşıyoruz? Önce bir bu gerçeğe dönelim dostum…
Neden ilk sen öldürüldün?
Ne yaman bir kırbaç yedin suratına öyle!
Neden sahip olduğun o ayrıcalıklı şansının tadını çıkarmadın?